Kahve makinesinin
başlangıç tuşuna basmış, çıkarttığı yüksek sesin beynimdeki karışık düşünceleri
de bastırmasını umuyordum. O anda ihtiyacım olan tek şey kafeindi. Ama
istediğim tek şey değildi. Bunu ise tozlu raflardan çıkarttığım çocukluk
anılarım sayesinde anlamıştım.
Sıcak kupamı da alıp
çalışma odasına geçmiştim. İçinde barındırdığı her bir parçanın onda yarattığı
etkilerden dolayı eski göründüğünü düşündüğüm, fakat henüz çok yeni olan
radyoyu çalıştırdım. Sesini biraz yükseltmiş ve derin nefesime sarılmıştım o
an. Müzeyyen Senar’dan “benzemez kimse sana” çalıyordu. O an bile burkulmuştu
içim. Ve önce kahvemi masaya yerleştirmiş, ardında da kendim gıcırdayan
sandalyeme oturmuştum.
Yıllardır elime
almadığım eski ve üzerinde "16" yazan CD’mi bilgisayarıma takmış çalışmasını bekliyordum. Ne de olsa
eskiydi, hemen çalışması mümkün değildi. Hem de içinde sakladıklarının manevi yükü ağır gelmiş olmalı ki açılması için beklediğim süre birkaç dakikayı
bulmuştu. Beklerken masada bilgisayar klavyesinin tam yanında yatan kedimi
seviyordum. Bir anda eski fotoğraflar “buradayım” der gibi karşıma çıktı. Tek
tek gezmeye başlamış, 16 yaşındayken ki halime bakıyordum.
Dün gibi hatırladığım
anılarımın üzerinden yıllar geçmiş ve ben büyümüştüm. O yıllarda çevremde gördüğüm insanların
çoğuyla görüşmüyordum. “Kim bilir ne iş yapıyorlardır, belki de evlidirler”
diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Hayat hepimizi bir başka yere savurmuştu.
Ne kadar ilginç ama bir o kadar da gerçekti.
Değişen şarkının daha
yeni farkına varıyordum. Arkadan Zeki Müren’den “şimdi uzaklardasın” çalmaya
başlamıştı bile. Bir yudum daha kahvemden almış, fotoğraf albümümü
gezmeye devam ediyordum. Ve bir anda duraksama ihtiyacı hissettiğim bir neden bulmuştum.
16 yaşımda duyduğum o masum aşk karşımdaydı. İçimi her gün neşeyle doldurduğunu hatırladığım, büyük heyecanlarla yaşadığım aşk yıllar sonra gözümün önündeydi. Ve aradan geçen onca yılın ardından midemde ölmüş
kelebekleri hissettim. İçim kıpır kıpır değildi, olamıyordu artık. Ama yine de
yüreğimin 16 yaşımdaki mutluluğuma duyduğu hasret bir o kadar hissedilirdi.
Ve arkadan “Tanju Okan
– öyle sarhoş olsam ki” çalıyordu. “Öyle sarhoş olsam ki, bir daha ayılmasam.
Her şey bir rüya olsa, unutarak uyansam” diyordu ve bende her bir kelimeyi
hissederek dinliyor, adeta yaşayarak söylüyordum. Ne kadar da
safmış yaptığımız tüm hatalar, duygular, yalanlar. Büyüdüğümüzü düşündüğümüz o yıllar ne kadar da acemiymiş. Ama bir o kadar da özelmiş 16-17 yaşlarında yaşadığımız aşklar. İçinde hiçbir kötülük barındırmayan, masum, dostane ve güvenilirmiş. Ve bu yüzden yıllar sonra bile hissedilir boyuttaymış.
Fotoğraflar her önüme
serilişinde özlemimi de konuşturuyordu. Halbuki her zaman söylerdim, “gençliğimi
geri verseler, en çok kendimi severim” diye. Geriye dönüp te bir daha yaşamak istemediğimi
söylediğim her anımın da bir o kadar arkasındaydım. Ama o an 16 yaşındayken ki
saf duygular hissederek gülümseyen benliğimi gördüğümde bir tek o yılımı bir
kez daha yaşamak istediğimi fark etmiştim. Belki de daha sıkı tutunur aşka,
daha çok sarılırdım hayata.
Fikret Kızılok’tan “bu
kalp seni unutur mu” çalıyordu şimdi de. Şarkılar mı duyguluydu yoksa ben mi
anlam yüklüyordum her birine o an. Yüzümde geçmişim için oluşan gülümsememi fark
ettiğimde bir yudum daha aldım dibini gördüğüm kahvemden. Birkaç defa daha
okşadım kedimin kafasını. Dosyanın sonuna gelmiştim artık. Derin bir nefes
verdim tüm söylemek istediklerimi içimde saklayarak.
“Elbette güzel
anılarım oldu, ama tekrar başlasaydım
Hayat tünelinin
içinden geçmeye değil, onu yaşamaya çalışırdım.”
16 yaşında yaşanılan tüm aşklara, o yaşta olan herkese ve en çokta 16. yaşıma sevgilerle...
Manası derin stresli dönem. :D Geçmiş geri gelmiyorsa geleceği çöp etme, anılarda yorma kendini. :D
YanıtlaSilKesinlikle katılıyorum. Geçmiş geçmişte kaldı diyenler boşuna demiyor :)
Sil