3 Mart 2022 Perşembe

Dağın Ardındaki Güneş


Sadece bir iki evin salonlarının loş ışığı, içlerinden yalnızca bir tanesinin bozulduğu için sürekli yanıp söndüğü birkaç sokak lambası, arada sırada geçen araba farlarının ıslak zemini aydınlatması, bir de çok uzaklarda varlığını hissettiren ay ve onun o muhteşem ışığı vardı geceyi aydınlatan. 

Yağmur ardından gelen sessizlik hakimdi geceye. Yalnızca bahsettiğim arada sırada geçen arabaların her geçişinde asfalttaki yağmur birikintisi ile tekerin bir olduğunda çıkarttığı ince ama huzur veren bir ses, salonda benden çok uzakta duran duvar saatinden gelen o ritmik ses ve kedilerimin yürüyüşlerindeki iç ısıtan narin pati sesleri; gecenin tüm gürültüsü bu kadardı. 

Bedenimin dışındaki dünya her ne kadar sessizse, iç sesim bir o kadar gürültülüydü. Adeta üniversite gençleriyle tıka basa dolan bir konser salonunda rock festivaline misafir olmuş gibiydim. Ah ne güzel, ne enerjik bir ortam tarif ettim o gençlerden biri olabilmeyi dileyerek. İçleri kıpır kıpır olup eğlenceyle zıplayan, avazı çıktığı kadar bağırıp stres atan bir grup gencin müzik ziyafeti yaptığı bir konser ne keyifli olurdu değil mi? Ama ben o konserde salonun tam ortasında, zıplayan gençlerin çarptığı için ayakta durmakta güçlük çeken, tahmini 70-80’lerinde saçlarına aklar düşmüş, işitme cihazıyla bile zar zor duyduğu için müziğin tadına varamayan bir teyzeydim aslında. Şimdi daha iyi oturmuştur iç sesimdeki karmaşa zihninizde. 

İşte o yüzden gecenin sessizliğinin değil karanlığını daha yoğun hissedebiliyordum. Sanki gece hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Ne dakikalar geçiyor, ne gün doğuyordu bana. 

Elimde çoktandır sadece dibi kalmış, ama açmış olduğum camında hafif esintisi yüzünden buz tutmuş bir kahve bardağı vardı. Ne yenisini yapacak gücüm, ne de mutfak tezgahına bırakacak takatim vardı. Dediğim gibi, içimde yapmış olduğum hesaplaşmalarla benim için hiç geçmeyen saatlerdeydim. 

Bedenim uyuşmuş, çoktandır da sağlığını ve dinçliğini kaybettiği için hareketsiz kalmıştı. Karnımdan daha çok yeni çıkarılan direnlerin o taze yaraları yer alıyordu. Biraz daha sağa dönüp düşünecek, oradan da sola dönüp konularımı yargılayacak kadar bile beden sıhhatim yerinde değildi aslında. O yüzden balkonda duran yalnızca 2 kişinin oturabildiği, altı beyaz renkli hasır olup, üstünde masmavi yaz akşamlarını andıran minderi olan koltukta sırt üstü, gökyüzünü görebileceğim şekilde yatıyordum. Ne yazık ki sadece yatmak zorundaydım. 

Zaman hiç geçmiyordu. Ne yapacağım, nasıl yaşayacağım, nasıl bir yol çizebileceğim hakkında pek bir fikrim yoktu. Tıpkı bütün gece doğmayan güneş gibiydi benim hayatım da. Ara ara nefes alamayacak kadar karamsarlığa giriyor, üzerimdeki koyu gri yünlü sabahlığımın yakasını yanaklarımdan süzülen yaşlarla ıslatıyordum. Sonra derin bir nefes çekiyor, gecenin güzelliğini düşünmek için direniyor, bir anda yine karamsarlıkta buluyordum kendimi. 

Gece uzadıkça, ben hep o balkonda oturup, bir gün ölüp yeniden doğmayı dileyecek kadar karamsarlaşıyordum. Artık saatler daha da ilerlediğinde bu hayatın bana göre olmadığını, yaşamayı beceremediğimi, yaranamadığımı fark ediyordum. “Olsun, bir gün elbet yumarım gözlerimi, üzerime atılan toprak tamamen bedenimi örttüğünde belki huzur bulurum” diyordum kendi kendime. 


Sonra bir anda bir sürü kuşların tepemde uçtuğunu, iç sesimi duyamayacak kadar gürültü çıkarttıklarını fark ettim. Onlara odaklandım. Çok güzel dans ediyorlardı. Koltuğun kenarlarından destek alarak yavaşça yerimden kalktım, hemen önümde duran camı açtım, sinekliği havaya doğru kaldırıp kapattım. Hemen kafamı camdan dışarı uzattım. Bu süreçte muhteşem danslarını kaçırmamak için gözlerimi hiç ayırmadım kuşlardan. Tamamen tüm odağımı onlara verip dinlemeye devam ettim. Yüzüme tebessüm koydum sayelerinde. 

Sonra içlerinden bir tanesi dağa doğru gitmeye başladı. Onu ne kadar özgür olduğunu düşünerek gözlerimle takip ettim. O sırada dağın arkasında beliren hafif aydınlık dikkatimi çekti. Birkaç ton vardı orada. Dağ simsiyah duruyordu, henüz yeşillikleri belirmemişti. Çok değil birkaç dakika sonra o da güzelliğini hissettirecekti, belliydi. Dağın arkasında ise gecenin karalığından birkaç ton açılmış, hafif kırmızılık barındıran bir gök vardı. Gün doğacak gibiydi. 

Yüreğimdeki o büyük ağırlık bir an olsun gitmeye başlamış gibi hissettim. Yutkunmak güç olmamaya başlamıştı. Arada kuşlara, arada gökyüzüne bakmaya devam ettim. Biraz etrafa odaklandım. İnsanların evlerinde bir bir ışıklar yanmaya, perdeler ya da camlar açılmaya başladı. Doğan güneşi merak edip, kafamı tekrar dağa doğru çevirdim. Ve güneşi gördüm.. 

Işıklarının dağı her an yıkabilecekmiş gibi bir gücü vardı. O dağın arkasında yeniden başlamak için bir şans, sonsuz umut, hayatı aydınlatıp insanı ısıtan bir güç vardı. 


İşte o güneş benim için sen oldun Sergen. 


Geldin, hiç bitmeyen gecelerimi bir anda aydınlattın. Sanki sıcak yaz günlerinde denize girip çıktıktan sonra şezlonga yürüyene kadar olan o süreçte üşüyen bedenimin ıslaklığını şöyle bir havluyla alıp hemen şezlonga uzanmış, bedenimi güneşe teslim etmiş gibi oldum. Güneş, uzanır uzanmaz hemen sıcaklığıyla tüm kemiklerimi birer birer ısıtmaya başlamış gibi oldu. İçimi ısıtan o güneş sen oldun. 


Yetmedi o gece güneşin önünde dimdik duran dağda oldun bana. Güneşin ışıklarının yıkacağını zannettiğim, ama hiçbir gücün yıkamayacağını gösteren hemen arkamda duran bana koskoca bir dağ oldun. Babasıyla deniz kenarında uçurtma uçururken yanlışlıkla uçurtmasının ipini kaçırıp, "baba yetiş" diye bağıran çocuk ben oldum. Sende o ipin hiç kaçmasına izin vermeyen, arkadan gizli gizli ipi tutan, arada uçurtmayı uçurmam için koşup emek veren baba da sen oldun.


O da yetmedi yerlerinde hiç duramayıp oradan oraya kanat çırpan, çıkarttığı sesle şarkı söylediğini hissettiren o sabah kuşları oldun. Yüzüm gülsün diye bir o yana bir bu yana uçtun, komik şarkılarını söyledin. Her hareketinle yüzüme tebessüm koymayı hep başardın. Sonra da gülüşümden öptün, hep..


O da yetmedi birer birer aydınlanan evler oldun. Bana yuva olduğunu hissettirdin. Sarıldığım, sığındığım bedenin hep ait olduğum yer oldu. Aile olmayı gösterdin, eş olmayı hissettirdin. En iyi arkadaşımla hayat arkadaşı olmamı sağladın. 


Sonra ne oldun biliyor musun? Arabanın tekeriyle yağmur sularının çıkarttığı bana huzur veren o ıslak ses oldun. Yağmur oldun. Sesini her duyduğumda heyecanlandım. Yağmur sonrasındaki toprak kokusu oldun. Duyduğum en harika koku için yağmur yağmasını değil, senin yanıma gelmeni bekler oldum. 


Sen geldin, yürüdüğüm yollarda baktığım asfalt değil, manzara oldun.


Teşekkür ederim Sergen.

Karanlığımı aydınlatıp, bana hayat oldun.



(Bu yazının her türlü hakkı saklıdır. İzinsiz ve isimsiz kullanılması yasaktır.)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder