Hatırlıyorum. Neredeyse öğlen olmuştu ve ben hala uyuyordum. Hatta öyle derin
uyuyordum ki, telefonuma gelen çağrılar ve mesajları duymuyordum bile. Oda
arkadaşlarımdan biri uyuyor, diğeri ise kulağına kulaklığını takmış dizi
izliyordu. Telefonum kendini hiçbirimize fark ettirememişti. Ne yazık değil mi?
Geç saatlere kadar oturup, geç saatlere kadar uyumasaydım erkenden
alabilecektim haberi. Eğer her şey olması gerektiği gibi olsaydı, inanacaktım.
Olmadı. Olmadı çünkü olduramadım. Ne yazık.
Oda arkadaşları ile sorun yaşadığı
için önceki gece odama kız arkadaşımı misafir etmiştim. Aynı yatakta
yatıyorduk. Bir anda kolunu suratıma çarpması ile çalan telefonumu fark ettim.
Hangisine sinirleneceğimi hesaplamaya çalışırken okuldan ayrılan arkadaşımın
aradığını yarım yamalak görüp telefonu kulağıma götürdüm.
“Efendim” dedim, sesimin çıkıp
çıkmadığından emin olmayarak.
“Duydun mu?”
“Neyi”
“Fırat’ı işte”
“Ne Fırat’ı”
“Yelda, şey..” duraksadı. Sonra kısık
ama yorgun bir ses tonuyla
“Fırat’ı kaybettik”
Gözlerim açılmıştı artık. Ama
arayanın söyledikleri kulağıma mümkün gelmiyordu. Saçmalık. Daha geçen gün
birlikteydik. “Yemek yap” demişti bana. Ne ölmesi, ölmek o kadar kolay mıydı
gerçekten?
Attığım çığlığı anımsayamıyorum. Ama
öyle kuvvetli atmış olmalıydım ki, yanımda yatan arkadaşım ve oda arkadaşlarım
yanıma koştu korkulu gözlerle.
“Fırat” dedim avazım çıktığı kadar.
“Yelda sakin ol. Yelda beni duyuyor
musun? Alo. Yelda sakin ol lütfen. Çok üzgünüm gerçekten. Başımız sağ olsun.”
Misafir ettiğim arkadaşım aldı
telefonu elimden.
“Ne oluyor?” dedi. Ben o sırada isyan
ederek ağlıyordum. Açıklama yapacak güç bulamazdım kendimde. Yıkılmıştım. En
kötüsü kaybetmiştim. Kaybetmek bitirmişti.
“Gerçekten mi? Tamam dur”. “Yelda dur
sakin ol”. “Ben kapatıyorum sonra konuşuruz”.
Oda arkadaşlarım merak içerisinde ne
olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Ve tekrar işittim aynı cümleyi.
“Fırat. Kaybetmişiz.”
İşte o an tüm benliğimi kaybettim.
Benliğimle birlikte, onu da.
“Hayır” diyerek bağırdığımı ve
kendimi tuvalete kapattığımı çok net hatırlıyorum. Kapıyı açamasınlar diye de kapının önüne serilmiştim. İşte o an bu hikayenin en zor anlarından biriydi. Ben bir
dost kaybetmiştim. Birlikte dertleştiğim, güldüğüm, okuldan kaçtığım, haylazlık
yaptığım, en çirkin hallerimizle bile eğlenebildiğim dostumu kaybetmiştim.
Gecenin köründe saate bakmadan kapımı yumruklayan, kapıyı açtığımda ise kapalı
gözlerimi, ayıcıklı pijamamı ve kafamdaki koca topuzu umursamayıp içeri giren
dostumdan bahsediyorum. Onu dinleyemeyecek kadar uykulu olduğumu fark ettiğinde
hiç umursamadan yatağıma girip, “gerçekten konuşmamız lazım” diyen işte.
Yanımda bulduğum herkesi, atmış
oldukları darbeler sonucunda hayatımdan gittiklerinde hep kaybettiğimi sandım. Kaybetmek başkaymış. Kaybetmek güçlüymüş. Kaybetmek bitmekmiş.
Fırat’ı kaybettiğimde anladım. Gerçekten kaybettiğimi anladım.
Tuvaletten nasıl çıkarıldım, ne zaman
giydim, ne yaptım inanın yok zihnimde. Ama kendimi montumu giymiş oda kapısının
dışarısında buldum. Kolumdan yatağımı paylaştığım arkadaşım tutuyordu. Arkadan
oda arkadaşlarımdan biri,
“Bir şey olursa haber ver” dedi ona.
Kulağında da telefonum vardı.
“Tamam geliyoruz. Ortak alanda
buluşalım.”
Beynim durmaksızın konuşuyor,
“Fırat’ı kaybettik” cümlesi durmaksızın yankılanıyordu. Bu yüzdendir ki
konuşmaların hepsi bana uzaktan geliyordu. Oysa hepsi yanı başımdaydı.
Asansöre bindik. Zemine bastı. Bir
yandan gözlerimin içine sakin olmam için yalvarırcasına bakıyordu. Kendi
kaybettiği arkadaşının acısını, benim acımdan yaşayamıyordu bile. Şimdi
hatırladım da, ne de güzeldi o zamanlar. Ben tanıştırmıştım Fırat’la onu.
Eğleniyorduk birlikte. Ama işte, Fırat gitti.
Ortak alana girdiğimiz anda koltukta
oturan Fırat’ın bebeklik arkadaşını, benim ise Fırat sayesinde tanıdığım
arkadaşımı gördüm. Uzun boylu adam koltukta eğilmiş iki büklüm kalmıştı. Kafasını
da eğmişti. Ne de belliydi kaybettiği.
Girdiğimizi fark ettiği an ayağa
kalktı, hiç konuşmadan bana doğru büyük adımlar attı ve sarıldı. Boyum göğsüne
ancak gelebiliyordu. Koca kollarıyla sarıldığı an yumuldum ona ister istemez ve
ikimiz için de çığlıklar koptu. Hüngür hüngür ağlıyor, birbirimize bakacak gücü
bulamıyorduk bile. Ne kadar sürdü bu sarılma bilmiyorum. Belki günler hatta
aylar gibiydi o birkaç dakika. Sonra önüme doğru eğildi,
“Lütfen” dedi. “Sakin ol. Başımız sağ
olsun Yelda.”
Bir daha koptu içimden tutamadığım o
çığlık. Yine kendimi attım onun kollarına. Öyle güçlü kalmaya çalışıyordu ki
yanımda, sarılmalarım hep onu daha da zorluyordu. Tuttu kollarımdan, arkasında
kalan ikili koltuğa oturttu. Önce önümde eğildi,
“Yelda lütfen” dedi.
“Nasıl olur?” diyebildim
hıçkırıklarımın arasından. Hece hece çıkıyordu ağzımdan çıkan her kelime.
Yanıma oturdu sonra öne doğru
eğilerek bir bana bir de kız arkadaşıma baktı buğulu gözleriyle.
Kız arkadaşım “başımız sağ olsun”
dedi.
Ne başımız sağ olması, nasıl bir
şeyin içindeydim ben. Aklımı yitirecek gibiydim.
“Anlat ne olur” dedim.
“Trafik kazası” dedi derin nefes
alarak gözleri yaşlı yaşlı.
“Gece gözlemecilere gidiyormuş, virajda kontrolü sağlayamamış” ..
Hayır ya, o çok iyi araba kullanırdı.
İnandırıcı gelmiyordu hiçbir kelime.
“Araba takla atmış. 3 kişilermiş.
Diğerleri hastanede” durdu, “yaşıyorlar” dedi.
Bende öldüğümü hissettim o an. Dost
kaybetmek ne kadar da farklıymış. Canımdan can kopmuştu. Beynim de kalbim de
durmuştu.
“Cenaze” dedim
“Az önce gömüldü, haberi geç aldık
yetişemedik”. “Zaten şey”
“Ney”
“Bir iki gün sonra git mezarlığa”
“Neden”
“Öyle işte Yelda”
“Neden”
“Yol temizlenecek.”
Fırat’ın kanı yerde. Dostumun kanı
yerde.
Ayrıldık biraz daha ağlaştıktan
sonra. Güç vermiştik birbirimize. Ama sonuç, kaybetmiştik ikimizde.
Kız arkadaşım başka arkadaşlarımızla
konuştu.
“Tamam götürelim” dedi.
Beni kolumdan tuttu ve okulun bir başka
ucuna doğru yürüttü. İnsanlara baktım yol boyu. Öğrencilere yani. Yüzleri
gülüyordu, yaşıyorlardı hiçbir şey olmamış gibi. Ne ilginçmiş hayat. Hüznü
neşesi bir.
Giderken telefonuma baktım, hatta
bakakaldım. Sayısız mail ve mesaj vardı.
“Okulumuzun öğrencisi Fırat’ı trafik
kazası sonucu kaybetmenin derin hüznünü yaşıyoruz. Başımız sağ olsun.”
“Fırat’ı kaybettik.”
“Yelda haberin var mı?”
“Başın sağ olsun Yelda.”
Ve daha nicesi.
Sonra revirde buldum kendimi. Doktor
arkadaşlarıma doğru eğilerek
“Arkadaşı mıydı?” dedi. Arkadaşlarım
ise kafalarını sallayarak onayladılar. Doktor gizli gizli onlara bir ilaç
verdi.
“Sakinleştirici. Verin rahat etsin.”
Bir ilaç getirebilecek miydi dostumu?
Hayır..
Hatırlıyorum işte o günü, ilaç
sonrasını, arkadaşlarımın toplanıp beni sahile götürmelerini, önüme içki
koymalarını, Kazım Koyuncu’dan “işte gidiyorum” şarkısını söylemelerini, o
sırada gördüğüm kayan yıldızı, yanımdan ayrılmamak için çaba sarf eden
arkadaşlarımın hallerini, acımı yaşamak için duşa girip attığım çığlıkları,
gecenin köründe yalnız kalabilmek için Fırat ile tanıştığımız binaya gidip
sessiz sessiz ağlamalarımı, odamın balkonundan güneşin doğuşuna şahit olup
mezarda ne yapıyordur düşüncesi ile internette yaptığım araştırmalarımı ve o
yoldan günler sonra geçebildiğimi.. Hepsini hatırlıyorum.
Dostumu kaybetmiştim ben, unutmak ne
mümkündü zaten.
Gidişiyle beni olgunlaştıran, hüznümü
ve neşemi paylaştığım, dostluğun nasıl bir şey olduğunu gördüğüm, yediğim
içtiğim ayrı gitmeyen ve bana şükretmeyi öğreten, yıllar geçmesine rağmen acısı
bir gram eksilmeyen dostum Fırat’ı sonsuz sevgi ile anıyorum.
Nur
içinde yat toprak kokulum
(Bu yazının her türlü hakkı saklıdır. İzinsiz ve isimsiz kullanılması yasaktır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder