21 Kasım 2017 Salı

Kaybettiğim an

Hatırlıyorum. Neredeyse öğlen olmuştu ve ben hala uyuyordum. Hatta öyle derin uyuyordum ki, telefonuma gelen çağrılar ve mesajları duymuyordum bile. Oda arkadaşlarımdan biri uyuyor, diğeri ise kulağına kulaklığını takmış dizi izliyordu. Telefonum kendini hiçbirimize fark ettirememişti. Ne yazık değil mi? Geç saatlere kadar oturup, geç saatlere kadar uyumasaydım erkenden alabilecektim haberi. Eğer her şey olması gerektiği gibi olsaydı, inanacaktım. Olmadı. Olmadı çünkü olduramadım. Ne yazık.

Oda arkadaşları ile sorun yaşadığı için önceki gece odama kız arkadaşımı misafir etmiştim. Aynı yatakta yatıyorduk. Bir anda kolunu suratıma çarpması ile çalan telefonumu fark ettim. Hangisine sinirleneceğimi hesaplamaya çalışırken okuldan ayrılan arkadaşımın aradığını yarım yamalak görüp telefonu kulağıma götürdüm.

“Efendim” dedim, sesimin çıkıp çıkmadığından emin olmayarak.
“Duydun mu?”
“Neyi”
“Fırat’ı işte”
“Ne Fırat’ı”
“Yelda, şey..” duraksadı. Sonra kısık ama yorgun bir ses tonuyla 

“Fırat’ı kaybettik”

Gözlerim açılmıştı artık. Ama arayanın söyledikleri kulağıma mümkün gelmiyordu. Saçmalık. Daha geçen gün birlikteydik. “Yemek yap” demişti bana. Ne ölmesi, ölmek o kadar kolay mıydı gerçekten?
Attığım çığlığı anımsayamıyorum. Ama öyle kuvvetli atmış olmalıydım ki, yanımda yatan arkadaşım ve oda arkadaşlarım yanıma koştu korkulu gözlerle.

“Fırat” dedim avazım çıktığı kadar.
“Yelda sakin ol. Yelda beni duyuyor musun? Alo. Yelda sakin ol lütfen. Çok üzgünüm gerçekten. Başımız sağ olsun.”

Misafir ettiğim arkadaşım aldı telefonu elimden.
“Ne oluyor?” dedi. Ben o sırada isyan ederek ağlıyordum. Açıklama yapacak güç bulamazdım kendimde. Yıkılmıştım. En kötüsü kaybetmiştim. Kaybetmek bitirmişti.
“Gerçekten mi? Tamam dur”. “Yelda dur sakin ol”. “Ben kapatıyorum sonra konuşuruz”.
Oda arkadaşlarım merak içerisinde ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Ve tekrar işittim aynı cümleyi.

“Fırat. Kaybetmişiz.”

İşte o an tüm benliğimi kaybettim. Benliğimle birlikte, onu da.

“Hayır” diyerek bağırdığımı ve kendimi tuvalete kapattığımı çok net hatırlıyorum. Kapıyı açamasınlar diye de kapının önüne serilmiştim. İşte o an bu hikayenin en zor anlarından biriydi. Ben bir dost kaybetmiştim. Birlikte dertleştiğim, güldüğüm, okuldan kaçtığım, haylazlık yaptığım, en çirkin hallerimizle bile eğlenebildiğim dostumu kaybetmiştim. Gecenin köründe saate bakmadan kapımı yumruklayan, kapıyı açtığımda ise kapalı gözlerimi, ayıcıklı pijamamı ve kafamdaki koca topuzu umursamayıp içeri giren dostumdan bahsediyorum. Onu dinleyemeyecek kadar uykulu olduğumu fark ettiğinde hiç umursamadan yatağıma girip, “gerçekten konuşmamız lazım” diyen işte.

Yanımda bulduğum herkesi, atmış oldukları darbeler sonucunda hayatımdan gittiklerinde hep kaybettiğimi sandım. Kaybetmek başkaymış. Kaybetmek güçlüymüş. Kaybetmek bitmekmiş. Fırat’ı kaybettiğimde anladım. Gerçekten kaybettiğimi anladım.

Tuvaletten nasıl çıkarıldım, ne zaman giydim, ne yaptım inanın yok zihnimde. Ama kendimi montumu giymiş oda kapısının dışarısında buldum. Kolumdan yatağımı paylaştığım arkadaşım tutuyordu. Arkadan oda arkadaşlarımdan biri,
“Bir şey olursa haber ver” dedi ona.
Kulağında da telefonum vardı.
“Tamam geliyoruz. Ortak alanda buluşalım.”

Beynim durmaksızın konuşuyor, “Fırat’ı kaybettik” cümlesi durmaksızın yankılanıyordu. Bu yüzdendir ki konuşmaların hepsi bana uzaktan geliyordu. Oysa hepsi yanı başımdaydı.

Asansöre bindik. Zemine bastı. Bir yandan gözlerimin içine sakin olmam için yalvarırcasına bakıyordu. Kendi kaybettiği arkadaşının acısını, benim acımdan yaşayamıyordu bile. Şimdi hatırladım da, ne de güzeldi o zamanlar. Ben tanıştırmıştım Fırat’la onu. Eğleniyorduk birlikte. Ama işte, Fırat gitti.

Ortak alana girdiğimiz anda koltukta oturan Fırat’ın bebeklik arkadaşını, benim ise Fırat sayesinde tanıdığım arkadaşımı gördüm. Uzun boylu adam koltukta eğilmiş iki büklüm kalmıştı. Kafasını da eğmişti. Ne de belliydi kaybettiği.

Girdiğimizi fark ettiği an ayağa kalktı, hiç konuşmadan bana doğru büyük adımlar attı ve sarıldı. Boyum göğsüne ancak gelebiliyordu. Koca kollarıyla sarıldığı an yumuldum ona ister istemez ve ikimiz için de çığlıklar koptu. Hüngür hüngür ağlıyor, birbirimize bakacak gücü bulamıyorduk bile. Ne kadar sürdü bu sarılma bilmiyorum. Belki günler hatta aylar gibiydi o birkaç dakika. Sonra önüme doğru eğildi,

“Lütfen” dedi. “Sakin ol. Başımız sağ olsun Yelda.”

Bir daha koptu içimden tutamadığım o çığlık. Yine kendimi attım onun kollarına. Öyle güçlü kalmaya çalışıyordu ki yanımda, sarılmalarım hep onu daha da zorluyordu. Tuttu kollarımdan, arkasında kalan ikili koltuğa oturttu. Önce önümde eğildi,

“Yelda lütfen” dedi.

“Nasıl olur?” diyebildim hıçkırıklarımın arasından. Hece hece çıkıyordu ağzımdan çıkan her kelime.
Yanıma oturdu sonra öne doğru eğilerek bir bana bir de kız arkadaşıma baktı buğulu gözleriyle.

Kız arkadaşım “başımız sağ olsun” dedi.

Ne başımız sağ olması, nasıl bir şeyin içindeydim ben. Aklımı yitirecek gibiydim.
“Anlat ne olur” dedim.

“Trafik kazası” dedi derin nefes alarak gözleri yaşlı yaşlı.
“Gece gözlemecilere gidiyormuş, virajda kontrolü sağlayamamış” ..

Hayır ya, o çok iyi araba kullanırdı. İnandırıcı gelmiyordu hiçbir kelime.

“Araba takla atmış. 3 kişilermiş. Diğerleri hastanede” durdu, “yaşıyorlar” dedi.

Bende öldüğümü hissettim o an. Dost kaybetmek ne kadar da farklıymış. Canımdan can kopmuştu. Beynim de kalbim de durmuştu.

“Cenaze” dedim
“Az önce gömüldü, haberi geç aldık yetişemedik”. “Zaten şey”
“Ney”
“Bir iki gün sonra git mezarlığa”
“Neden”
“Öyle işte Yelda”
“Neden”
“Yol temizlenecek.”

Fırat’ın kanı yerde. Dostumun kanı yerde.

Ayrıldık biraz daha ağlaştıktan sonra. Güç vermiştik birbirimize. Ama sonuç, kaybetmiştik ikimizde.

Kız arkadaşım başka arkadaşlarımızla konuştu.
“Tamam götürelim” dedi.

Beni kolumdan tuttu ve okulun bir başka ucuna doğru yürüttü. İnsanlara baktım yol boyu. Öğrencilere yani. Yüzleri gülüyordu, yaşıyorlardı hiçbir şey olmamış gibi. Ne ilginçmiş hayat. Hüznü neşesi bir.

Giderken telefonuma baktım, hatta bakakaldım. Sayısız mail ve mesaj vardı.
“Okulumuzun öğrencisi Fırat’ı trafik kazası sonucu kaybetmenin derin hüznünü yaşıyoruz. Başımız sağ olsun.”
“Fırat’ı kaybettik.”
“Yelda haberin var mı?”
“Başın sağ olsun Yelda.”
Ve daha nicesi.

Sonra revirde buldum kendimi. Doktor arkadaşlarıma doğru eğilerek
“Arkadaşı mıydı?” dedi. Arkadaşlarım ise kafalarını sallayarak onayladılar. Doktor gizli gizli onlara bir ilaç verdi.
“Sakinleştirici. Verin rahat etsin.”

Bir ilaç getirebilecek miydi dostumu? Hayır..

Hatırlıyorum işte o günü, ilaç sonrasını, arkadaşlarımın toplanıp beni sahile götürmelerini, önüme içki koymalarını, Kazım Koyuncu’dan “işte gidiyorum” şarkısını söylemelerini, o sırada gördüğüm kayan yıldızı, yanımdan ayrılmamak için çaba sarf eden arkadaşlarımın hallerini, acımı yaşamak için duşa girip attığım çığlıkları, gecenin köründe yalnız kalabilmek için Fırat ile tanıştığımız binaya gidip sessiz sessiz ağlamalarımı, odamın balkonundan güneşin doğuşuna şahit olup mezarda ne yapıyordur düşüncesi ile internette yaptığım araştırmalarımı ve o yoldan günler sonra geçebildiğimi.. Hepsini hatırlıyorum.

Dostumu kaybetmiştim ben, unutmak ne mümkündü zaten.

Gidişiyle beni olgunlaştıran, hüznümü ve neşemi paylaştığım, dostluğun nasıl bir şey olduğunu gördüğüm, yediğim içtiğim ayrı gitmeyen ve bana şükretmeyi öğreten, yıllar geçmesine rağmen acısı bir gram eksilmeyen dostum Fırat’ı sonsuz sevgi ile anıyorum.

Nur içinde yat toprak kokulum

(Bu yazının her türlü hakkı saklıdır. İzinsiz ve isimsiz kullanılması yasaktır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder